YAŞAMIN İNSAN ALGISINDA ALGILANIŞI
Bilimin her zaman içini doldurmadan somut bir yaklaşım yapması maddenin içinde salt kuru bir var oluş oluşturuyordu ki, bu durum benim sezgilerime sürekli aykırı geldi. Mekanik bir yaklaşımın, insansal duygu durumlarını uygulama sahası dışında bırakması, duygusal boyutumu inkar etmem gibi geldiğinden sezgilerim hep bir şeylerin tersliğini söylüyordu.
Çok zaman duygu ve gözyaşı gibi olguların maddi dünyanın ayrı bir boyutu olduğunu bir şekilde sezgilerimle biliyordum ama fizik bana bunu hiç söylemiyordu.
Biyoloji biliminin de, canlılık faaliyetlerinde sunulan bilgi derinliğinde yine insanın cevap bulamadığı bir sürü soruları var. Bunlardan en önemlisi ve yıllardır kendi kendime sorduğum sorular dan bir tanesi de şu; hücrede yaşam itkisini veren nedir. Yada diğer bir değişle yaşam denen canlılık faaliyeti nasıl bir etki ile tetiklendi ilk olarak ve bunun anlamsallığı nedir. Evet aslında soru yaşam nedir.
Yaşam dediğimiz olgu her canlı sürecinde kendini zamansal olarak farklı bir biçimde, süreçte, ifade ederken canlıdan bağımsız olarak yaşamın kendisinin ne olduğunu sorgulamak durumunda gerekli bilgiye ulaşmak ve bir cevap bulmak mümkün olmuyor. Dolayısı ile pozitif bilim ve çeşitli disiplinlerle birlikte edinilen bilgilerin tümü ile varlığın nedenselliğini tam anlamak mümkün olamıyor.
Felsefe bu konuda sayısız öngörü ve çıkarsama ile bize ışık tutsa da, özde olan bir değeri tanımlamak noktasında hep bir şeyler eksik olmakta. Kavrayışın sınırlarında tıkanan, zorlanan insan zihni mi yoksa gerçekliğin kendisini insandan gizlemesinidir bilemem ama genelde akılcı bir yaklaşımla bakılırsa gerçekliği insani sınırda algılamakta zorlandığımızdır. Bu durumda sorun, insani sınır dediğimiz özellikler üzerinde biraz göz atarsak sanırım bir parça sorunsallığın, gizin üstünü açmış, karanlığı biraz aydınlatmış oluruz.
İnsan duyuları ile dış dünyayı algılar ve iç değerlendirme ile de bir yargı geliştirir. Bilgi dediğimiz varlık ve dış dünya hakkındaki bu çıkarsamalar bir yumak bir birikim oluşturdukça kendi içtenliği, kendi ilintililiği ile giderek anlamlanan ve derinleşen ve detaylanan bir biçim almaktadır. Fakat bütün bilgi birikimi yinede bizim gerçekliği algılamamıza yeterli değildir. Bu noktada insan zihnini zorlamaya devam ettiği için algı sınırı oluşturuyor.
Tüm gerçekliği sade ve basit bir tanımlama ve açıklama ile ifade edebilme çabası, insanın yeğane çabası oldu. Fakat tarih insanın bu çabasının, mücadelesinin hikayesi ile dolu. Tek gelişen durum giderek daha zenginleşen bilgi ve algı olduğu gerçeğidir. Buradan çıkarılan gerçek şu ki, ileri bir tarihte çok şey bileceğimiz gerçeği. Bu da algımız ve bilgimizin ilerlemesi ile gerçekleşecek bir durum.
Algımızın daha da ilerlemesi yine duyular ve duyuları destekleyen dış unsurlarla zihinsel kavramaları artırmakla olacak. Zihinsel kavramalarda da bir şeylerin bakışımsal farklılık içinde değerlendirilmesi genelde çeşitli sıkıntılar oluşturmaktadır. Çünkü insan zihni belirli bir kalıp bakış, değerlendirme ve yargı verme, sonuç çıkarma biçimini beynine kurduğu zaman onun işleyiş biçiminden farklı bir şekilde işlemez hale geliyor. Tıp ki ortaçağda yedi yüzyıl bir karanlıkta kalması gibi.
Zihinsel devrim, fiziğin varlık problemine getirdiği yeni bir yaklaşım ile zihinlerimizde düşünüş biçimlerini değiştirmiştir. İlk olarak düşünüş biçimimiz değişince yeni bir gerçeklik kurulmaya başlıyor. Bu kurulan yeni gerçekliğin algılanmasının biçimi de yeniden bir kalıp bakış oluşturmaya başlıyor. Sanırım bu insan zihninin bir şeyleri sınırlandırma isteminde yatıyor. Bu sorunu iyi ortaya koymak gerekiyor. İnsan zihni neden böyle davranmaya yatkın?
...........................
Mesut Kahveci